Yazının başlığı size ilginç gelmiş olabilir. Yemek tarifi olur, ilaç reçetesi olur, faşizmin reçetesi ne ola ki? Bir siyasal rejime reçete mi verilir? Yani, şu şu malzemeleri şöyle karıştırırsan şöyle bir sonuç elde edebilirsin. Siyasal bir rejim olan faşizme reçeteyle yaklaşmak nasıl bir şey ki acaba?
Başlayalım o zaman. Önce faşizmi tanımlayalım:
Faşizm otoriter, aşırı milliyetçi bir siyasal ideoloji ve siyasal harekettir. Diktatör bir lider, merkeziyetçi otokrasi, militarizm kavramları etrafında, muhalefetin zorla baskı altına alınmasında sakınca görmeyen, toplumsal hiyerarşinin (sınıfların) doğanın kuralı olduğuna inanan, bireyin ve bireysel çıkarların bir ulus veya ırkın çıkarlarına teslim edilmesi gerektiğini savunan, toplumu ve ekonomiyi katı bir tahakküm altında tutan siyasal bir rejimdir.
Siyasal tarih okumaları faşizm hakkında bize bazı dersler öğretmiştir. Şu şu şeyleri şu şu şekilde bir araya getirirseniz şahane bir faşist rejiminiz olur.
Peki, nedir bu tarifin veya reçetenin bileşenleri?
Reçetemizin birinci malzemesi genel anlamda milliyetçilik, özelde ise “aşırı milliyetçi” ideolojidir. Yukarıdaki tanımda da bu “malzemeye” açıkça işaret edilmektedir. Fransız devrimi ile ulus devletlerin ortaya çıkmasının aracı olan milliyetçiliğin genel olarak literatürde iki türü vardır. “İyi milliyetçilik” bağımsızlık savaşlarına giden yolda belirli bir ortak paydayı paylaşan insanları bir araya getiren bir tutkaldır. Bizim bağımsızlık savaşımız “iyi milliyetçilik” için harika bir örnektir. Irkçı olmayan, kapsayıcı ve belirli bir coğrafyadaki farklı etnik veya dini gruptan insana olumlu yaklaşan, asgari müşterek olarak bir arada olma ve dayanışma ruhunu aşılayan bir milliyetçiliktir. “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk halkına Türk milleti denir” tümcesinde ifade edilmiş olan şey kapsayıcı ve bütünleştirici bir milliyetçilik anlayışıdır. Her ne kadar bugün bu tanımın Türkiye coğrafyasında yaşayan bazı etnik ve dini grupları dışladığını ileri süren görüşler olsa da 1930’da dile getirilmiş bu görüşün ortaya konduğu yıllarda Avrupa ve dünyanın pek çok yeri yükselen faşist hareketlere tanıklık etmekteydi. Bazı olguları 100 yıl geriye bakarak değil kendi özgül koşulları içinde değerlendirmek gerekir.
Faşizme giden yolda işe yarayan “kötü milliyetçilik”tir. Özü itibariyle ırkçı, ayrımcı, saldırgan, dışlayıcı bir milliyetçiliktir. Kendinden olmayan her türlü farklılığı düşmanlaştıran bir milliyetçilik türüdür. Bu farklılık etnik köken, dini inanç, cinsiyet farklılıkları, farklı cinsel tercihler, hatta farklı deri rengi bile olabilir. Kötü milliyetçilik tek tipçidir, saldırgandır, dahası farklı olanın yok edilmesinde hiçbir sakınca görmez.
Dolayısıyla, iyi bir faşist rejim elde edebilmek için ilk gerekli olan malzeme milliyetçiliğin yıkıcı ve kötü olan versiyonudur.
Faşist rejimlere giden yolda gerekli malzemelerden bir diğeri ise “sağ” ideolojidir. Sağ ideoloji eski bir ideoloji türü değildir, bugün de dünya ülkelerinde revaçta olan en temel siyasal ideolojilerin başında gelir. Onlarca dünya ülkesi bugün sağ ideolojiyi benimseyen hükümetler ve liderler tarafından yönetilmektedir.
Sağ ideolojinin nereden ve nasıl ortaya çıktığına ilişkin olarak ilginç bir olay anlatılır. Fransız Devrimi’nden (1789) sonra oluşan parlamentoda delegeler yeni anayasa üzerinde çalışmaktadırlar. Kral 16. Louis’ye ne kadar yetki verilmesi gerektiği konusunda delegeler arasında tartışma hararetlenir ve yetkilerin tamamen kraldan alınmasını öneren delegeler parlamento salonunun kürsüye göre sol tarafına, aristokrat ve bu konuda daha kralcı olan muhafazakarlar salonun sağ tarafında toplanırlar. O yıllardan beri serbest piyasa düzeni, muhafazakar değerler, katmanlı toplum, eşitsizliğin doğuştan gelen normal bir durum olduğuna inananları temsil eden ideolojik duruş “sağ” ideoloji olarak adlandırılmıştır.
Yukardaki tanımın içinde altının çizilmesi gereken birkaç önemli vurgu vardır. Sağ ideoloji muhafazakardır, bu nedenle dünyanın hemen hemen bütün sağ partileri din ve kutsal değerler tarafındadır. Dini ve gelenek ve töreleri kutsarlar, bu nedenle her toplumun muhafazakar katmanları kendilerini sağcı olarak niteler ve sağ partilere oy verirler.
Buradan reçetemizin veya tarifimizin olmazsa olmaz üçüncü malzemesine geliyoruz: Din.
Din, tarih boyunca her tür güç savaşında önemli bir hareket alanı olagelmiştir. Siyasal gücünü artırmak isteyen, yeni bölgelere nüfuz etmek isteyen veya bir bölgedeki halkın desteğini almak için erk sahipleri dini her zaman önemsemişler, onu dikkate almışlardır. Bu amaçla tarihte din değiştiren hükümdarlar bile olmuştur.
Örneğin, Doğu Roma imparatorluğunun çeşitli bölgelerinde hızla yayılan Hristiyanlığa karşı daha yumuşak olan hükümdar I. Konstantin büyümekte olan Hristiyan inancına sahip nüfusu yanına alabilmek için Hristiyan inancına geçmiş ve ilerleyen yıllarda Hristiyanlığı Doğu Roma’nın resmi dini haline getirmiştir. Benzer şekilde, zayıflayan ve büyük ölçüde bir din devleti olan Abbasi devletinin zayıf dönemlerinde Selçuklu sultanı Tuğrul Bey Abbasi ülkesinde hakimiyetini yaygınlaştırmak için halifelerin siyasi gücünü üstüne almıştır. Bu yolla ve basit bir siyasi manevrayla tüm Abbasi ülkesindeki halklar üzerinde siyasi otoritesini güçlendirmeye çalışmıştır. Tarihte bunlara benzer örnekler bir hayli vardır. Yavuz Sultan Selim’in savaşlar sonunda İslam halifesini İstanbul’a getirmesi de din ve dinin siyasi gücü hakkında epeyce öğreticidir.
Şu an kadar faşizme giden yolda üç olmazsa olmaz malzeme olarak şunları saydık: Milliyetçilik, sağ ideoloji ve din!
Gelelim reçetemizin son veya tarifimizin son gerekli ve olmazsa olmaz diğer malzemesine: Liberal kapitalizm!
Liberalizm özü itibariyle şu anlamlara gelmektedir: Bireylerin özgürlüğü, eşitlik, girişim özgürlüğü, sınırlanmış devlet, hukuk devleti ve demokratik hükümet. Bu unsurları dikkate alarak liberalizm konusunda bir ayrıma gitmek gereklidir. Sol liberalizm odağına bireyi ve bireysel özgürlük ve eşitliği alır. Klasik liberalizm veya sağ liberalizmin odağında serbest piyasaya dayalı bir ekonomik düzen vardır. Birey girişimciliğinin önündeki engeller, en başta da merkeziyetçi devlet engeli kaldırılmalıdır. Adam Smith’ten beri ekonomik liberaller piyasanın kendi kendini düzenleme gücüne inanırlar ve onlara göre “az devlet en iyi devlettir!” Az devlet demek piyasaya az devlet müdahalesi demektir.
Fakat kağıt üzerinde kulağa hoş gelen bu “az devlet iyi devlettir” sloganı 1914’te ve 1939’da tüm dünyayı iki kere savaşa sürüklemiştir. Kontrolsüz kapitalizm dünyanın gördüğü en eşitsiz, haksız, sömürücü, savaşkan, diktatoryal rejimlere yol vermiş, dünya iki kez adeta yıkımın eşiğine gelmiştir. Milyonlarca ocak sönmüş, büyük bir yoksul kıyımı yaşanmıştır, çünkü Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’nda ölenler toplumlarının en yoksul ve çaresiz kesimlerinin çocuklarıydı. Silah üretimi ve savaş sanayisi yoluyla da o toplumların sermayedarları karlarına kar katmışlar, adeta devletleri parmaklarında oynatmışlardır.
1980’lerin ortalarından beri dünyaya Neoliberal bir ekonomik düzenin hakim olduğunu vurgularsak konuyu başka bir yere de çekmiş oluruz. Bugün dünya eskinin yenisi olan “Neo/New/Yeni” liberal düzenin doruk noktada olduğu bir ekonomik ve toplumsal eşitsizlik durumundadır. Halklar sadece yerli ve milli burjuvazisi tarafında değil, dünya emperyalist ülkelerin küresel sermaye güçleri tarafından da acımasızca sömürülmekte, açlık ve yoksulluğa mahkum hale getirilmektedir. Dolayısıyla, faşizmin üçüncü ve en gerekli malzemelerinden biri olan Neo/Yeni liberal ekonomik düzeni de listeye eklememiz şarttır.
Faşizmin reçetesinin üç malzemesini sıraladık: Milliyetçilik, din, liberal kapitalizm!
Ne yazık ki bu malzemeler iyi bir faşist rejim kurmak için hala yetersiz kalmaktadır. Reçetenin işler hale gelmesi, gelebilmesi için son bir unsura daha ihtiyaç vardır: Bir demagog!
Demagog halkın isteklerini, önyargılarını, korkularını, bilinç altını yükselterek onları ajite eden popülist söylemli kişi demektir. Demagog toplumu böler ve kamplaştırır; karşıt duygu ve düşünceleri kışkırtır, cehaleti ve cesareti körükler. Bir hayal satıcısıdır, yanlış veya gerçekleşmesi olanaksız şeylere insanları inandırır, o hedefe yönlendirerek kitleleri ateşler. İyi bir demagog gayet yıkıcı bir faşist rejim kurmanın olmazsa olmaz ana malzemedir. Karıştırıcıdır (katalizör), tepkimeyi başlatır ve hızlandırır.
Hollanda’nın Wilders’ına, Arjantin’in Milei’sine, Macaristan’ın Orban’ına, Brezilya’nın Bolsonaro’suna, ABD’nin Trump’ına, İtalya’nın Meloni’sine bakın. Yakın gelecekte Fransa’nın aşırı sağcı Ulusal Cephe’si, Almanya’nın aşırı sağcı-ırkçı AfD’si, Finlandiya’nın aşırı sağcı Finler Partisi, Portekiz’in sağ popülist partisi Chega’sı, İspanya’nın aşırı sağcı Vox Partisi, İsveç’in Jimmie Akesson’u start çizgisine dizilmişler, bekliyorlar. Bu ülkelerde faşizmin üç gerekli malzemesi mevcut ve en az bir de etkili demagogları var.
Son gerçek: Faşizm savaş çıkartır ve ancak savaşlarla gider. Yaklaşan faşist dalga hem kendisini hem de içinde yeşerdiği Neoliberal bahçeyi havaya uçuracak. Bu kesin.
Kısacası, gerekli dört malzemeyle bütün dünyada faşizm çorbası ocakta, harlı bir ateşin üstünde kaynıyor.
Büyük bir yıkım ve arkasından büyük bir devrim geliyor.
2035’e kadar olacakları yazdım!
Prof. Dr. Hasan Şimşek